18 Aralık 2012 Salı

Saros Körfezi

"Trakya'da görmediğim yerler kalmasın" düsturuyla cuma günü vurduk yola. Aylardan Kasım, İstanbul bile soğukken arabayı kışlıklarla doldurmayı ihmal etmedik, ne olur ne olmaz.

Küçük Oteller Kitabı'nda yer alan bölgenin tek oteli Sığınak, bir süredir bloglarda ve arkadaş sohbetlerinde de karşıma çıkıyordu. Öncelikle 3 saatlik bir yolun ardından Sığınak'a ulaştık ve odamıza yerleştik. Geceliği 150 TL ödediğimiz çift kişilik odamız gayet güzel. İşletmecisi biraz suratsız olsa da mekanı sevdik ve eşyalarımızı bırakıp hemen Erikli Köyü'ne doğru çıktık.

Yazları cıvıl cıvıl (belki de aşırı kalabalık) olduğu betonarme binaların işgalinden belli olan Erikli bu mevsimde hayalet kasaba gibi. Köyde 3-5 otel de var ama sanırım hemen hepsi kapalı. Sahilde yürüyoruz bir süre. Balık tutan biri dışında in cin top oynuyor. İşçimen Otel'in yanında belediyenin tesisi var, mahalle kahvesi gibi bir yer. Burada balık da olduğunu öğrenince giriyoruz içeriye. Az önce balık tutarken gördüğümüz amca tuttuklarından birazını bırakmış buraya. Gözümüze kestirdiğimiz bir tanesini sipariş ediyoruz. Kocaman balıklar, salata ve içecek için 70 TL ödeyip dönüyoruz yeniden otelimize. Erken bir saatte yatıp yorgunluk atıyoruz ki yarına dinç olalım. Bu arada odada klima var ama bu mevsimde biraz zor ısınıyor oda. Neyse ki yorganıydı, kalın kıyafetiydi çok üşütmedik gece... Ama sabah verandada bi saat oturmamıza rağmen kimseler yoktu ortada. Biz de kaldırmaya kıyamadık ve vaktimiz olmadığından odayı boşaltıp ücreti masaya anahtarı verandadaki masaya bırakıp ayrıldık otelden. Derin bi uykudalarmış demek ki araba çalıştırmamıza rağmen hala kalkan olmadı.

Sabah ilk hedefimiz İbrice Limanı oldu. Ardından Yayla Köyü sahiline indik. Güzel bir sahili var Yayla Köy'ün. Tabii yine bu mevsim her yer gibi orası da yazlıklarla dolu olmasına rağmen boş. Ardından Vakıf Köyü'ne geçtik. Vakıf Köyü'nde konaklanacak oteller de var. Ayrıca Satır Et için de merkezinde güzel bir yer var. Biz Küçük Evren Köy'deki meşhur Enver Usta'yı tercih ettiğimiz için ne yazik ki aç kalıyoruz cünkü cenazesi olduğundan Tekirdag'a gidip kapatmış Enver Usta.

Bir sonraki durağımız Enez. İlk işimiz merkezdeki esnaf lokantasında karnımızı doyurmak. Günün ilk yemeği çorba ve köfte. Ardından kaleye gidiyoruz. Ziyaret ettiğimiz kale dünyadaki en son Bizans toprağıymış; İstanbul'un alınmasından 3 sene sonra alınmış. İçerisinde kilise kalıntıları var. Duvarlarında içkilerini içen abilere soğuk havaya rağmen özeniyoruz.

Yan taraftan sokak aralarına iniyoruz. Eski Türk Mezarlığı'ndaki Has Yunus Bey Türbesi eski bi şapelden dönüştürülmüş ve mezar taşlarıyla beraber uhrevi bir hava estiriyor. Ardından arabayla ilçenin sokaklarını turluyoruz... Merkezden Yunanistan'a doğru 200 metre kadar inince aynı anda evler, ilçe ve Türkiye bir anda bitiyor ve çalıların arasında askerlerin nöbet tuttuğu sınıra ulaşılıyor.

Enez'i terk etmeden sitelerin işgalinde olan ancak in cin top oynayan Altınkum'u da görüyoruz ve ardından İpsala üzerinden Edirne'ye doğru yola çıkıyoruz. Geliş yoluna kıyasla çok güzel bir asfalt yol Gala Gölü'nün yanından sizi İpsala'ya kadar götürüyor. Türkiye'nin önde gelen kuş yaşam alanlarından olan Gala Gölü üzerinde uçan kuşları izlemek için ileride buraya yeniden gelmeye karar veriyoruz yolculuğumuz sırasında. Trakya gezisinda sırada Edirne var. Saros Körfezi ilkbahar ve yazın keşfedilirmiş onu anladık bu gezimizde...

Nerede İçilir?: Trakya'da içecek yer bulmak çok zor değil. Köylerde bile içki satılır.

Fotoğraf Listesi:

1- Sığınak'ın bahçeden görünüşü
2- Erikli sahilinde güneş batışı
3- Enez Kalesi içindeki kilise kalıntılarında dolaşırken
4- Has Yunus Bey Türbesi ve etrafındaki sarı yosunlu mezar taşları
5- Gala Gölü

Önerilen Sayfalar:


Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 1 - Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala
Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres
- Gökçeada
Atina Kaçamağı
Bozcaada'da Kısa Bir Tatil
İğneada'da iki gün çadır tatili
Edirne'de İki Gün
Uçmakdere'de Kamp ve Şarköy'e kadar uzanmak...
Kaz Dağlarının Eteklerinde...


7 Aralık 2012 Cuma

Viyana ve Modling'deki Seegrotte



Viyana Havalimanı'na inmemle sonbaharı yaşayan bir şehre geldiğim tescillendi. İstanbul'dan 10 derece soğuk, bulutlu bir sonbahar havasıyla karşıladı Viyana beni 2012 Eylül sonunda. Pasaport kontrolünü geçince ilk işim bilet makinasından 33€'ya havaalanı gidiş dönüş ve 72 saatlik metro biletimi almak oldu. Makina benim kredi kartımı kabul etmedi. 50 ve 100€ da kabul etmiyor yanınızda 10-20€'luk bulundurmak avantajınıza olur yoksa benim gibi döviz büfesindeki kıza şirinlik yapmak zorunda kalırsınız.

CAT (Havaalanı - şehir merkezi arasında çalışan hızlı tren), havaalanından yarım saatte bir 5 ve 35 geçe hareket ediyor ve durmadan Landstrasse'deki son durağa ulaşıyor. Dönüş de buradan 8 ve 38 geçelerde kalkıyor 16 dakikalık yolculuk için. Bu arada havaalanı - şehir merkezi arasında normal tren seferi de varmış ve fiyatı çok daha ucuzmuş. İnişte metrodan metroya atlaya atlaya hostelimi (Happy Hostel) buldum. 3 gece tek kişilik konaklamaya 105 € ödediğim hostelim merkeze çok da uzak değil ayrıca interneti iyi çalışıyor.

Kısa bir süre dinlenip yollara vuruyorum kendimi. Şehir merkezine giderken acıkmaya başlamışım bile. Şehir Rehberim yardımıyla Johanesgasse 12 numaradaki Bettlestudent'i buluyorum. Güler yüzlü garsonları ve İngilizce menüleri var. İlk şinitzelim için uygun bir yer. Yanında da ev yapımı biralarından söylüyorum. Dana şinitzel gayet lezzetli. Yanında bir tabak soğuk patatesli meze getiriyorlar. Bu da gayet lezzetli. Şinitzelin yanında küçük tabakta gelen reçeliyse bir iki denemeden sonra hemen kenara itiyorum; benim damak tadıma uygun değil. 20 € hesap ödeyip kalkıyorum. Merkezde Stephansdom var, ilk işim içine girmek oluyor. Kasvetli bir katedral... İsteyenler ücretini ödeyip alt kattaki katakombları ve üst katı ziyaret edebilirler.

Ardından ilk günü şehrin tozunu  attırmaya veriyorum. Köprüden geçip Praternsteen'e ulaşıyorum. Hemen yanında ünlü dönme dolap ve lunapark var. Viyana'yı yukarıdan görmek isteyenler bu yavaş dönen dönme dolaba binebilirler. Prater'deki trafiğe kapalı Prater Hauptallee yolu yürüyen, koşan, bisiklete binen, paten yapanlarla dolu. Enerjim olursa burada koşmak güzel olabilir. Yol boyunca ilerleyip ardından sağa kıvrılıyorum. Meşhur Hundertwasser Haus'u ziyaret etmenin tam zamanı. Siz de benim gibi 'oyuncaklı' binaları seviyorsanız burası sizin de yüzünüze kocaman bir gülümseme konduracaktır. Barcelona'da Gaudi'nin yaptıklarını andıran bu 1985 yapımı binayı geride bırakıp yolları arşınlamaya devam ediyorum. Akşam olmak üzere ve yorgunluk çöküyor üstüme. Her yerde şubesini görebileceğiniz Aida Cafe'lerden birinde Melange kahvemi ve Sachertorte'mi sipariş ediyorum. Asıl yeri meşhur Sacher Hotel'indeki Sacher Pastanesi'ymiş ama Aida'da sıra beklemeden ve daha ucuza yemek cazip geliyor bana. İkisi de lezzetli. Sachertorte hafif Browni kıvamında bir keke ve çikolata kaplamasına sahip, melange ise kapuçino ayarında bir kahve.

Viyana sokaklarında boş boş saatlerce  dolaşıp begendiğim mağazaları dolaşıp sokaklarda fotoğraflar çekerek geçen bir günün ardından hemen bir süper markete uğruyorum. Akşam 6:30-7 gibi kapanıyorlar haberiniz olsun. Amacım Eiswein bulmak ama marketlerde (Billa, Penny vs...) sadece ucuz şaraplar var. dm mağazalarında o bile yok. Akşam odamda sızıp kalıyorum. Yarın sabah erkenden kalkıp Prater'e gidip koşsam mi?

Tabii tabii! Öyle yorgunum ki 10 saat sonra zorla açıyorum gözlerimi. Hemen kendime gelip yola koyulmazsam bugünü kaçıracağım. Kahvaltı yapmak için dün belirlediğim Cafe Merkur'e gidiyorum. Hollanigasse üzerindeki bu ucuz mekanda yumurtamı yiyip yanında meyve suyumu üstüne de melange kahvemi 7,5€'ya içip yakınlardaki metroyla Karlsplatz'a geçiyorum. Minare benzeri kuleleri, ellerinde haçlarıyla melek heykelleri ve diğer hoş süslemeleriyle Karlskirche kilisesini görüp Naschmarkt'a geçiyorum. Güzel bi açık pazar burası. Abur cubur satan yerleri de var hoş cafe ve restoranları da. Yarın cumartesi ve yandaki bit pazarı için yeniden gelmek lazım. Ardından güzergahım Seegrotte. Önce önsezilerimle yolu bulabilirmişim orası çok da uzak değilmiş gibi geliyor bana... Sanki metroya binsem ve Meidling yazan istasyonda insem biraz da yürüsem olacak bu iş... Ne yazik ki öyle değilmiş işin aslı. Ulaşmam gereken yer Modling'miş Meidling başka yermiş. Neyse interneti şahane kullanırım diyenler iniş kalkış saatleriyle beraber planlamalarını yapabilirler. Ya da benim gibi bilet gişesine gider "Hinterbruhl Seegrotte'ye nası gitcem ben?" diye sorup 2€'luk biletinizi ve hangi saatte nereden hangi trene bineceksiniz (S9'a biniyorsunuz) sonra hangi durakta inecekseniz (Mod-ling!) oradan hangi otobüse bineceksiniz (Bus365) ve 11 dakika sonra hangi durakta ineceksiniz (evet Hinterbruhl Seegrotte) öğrenir ve bir de yazılı çıktı alabilirsiniz.

Modling'ten Bus365 çok sık kalkmıyor haberiniz olsun...  Bazen yarım saatte bir bazen daha fazla bekliyorsunuz. İneceğiniz durağı etraftan birilerine sormakta fayda var. Seegrotte girişi 9€ olan Avrupa'nın en büyük yeraltı gölü. 1800'lerde bir maden ocağıyken yanlış bir patlamayla içi yeraltı sularıyla dolunca maden önce kapatılmış. Seneler sonra bir kaç mağaracı tarafından yeniden kesfedilip 1900'lerin ilk yarısında turistik geziler için yeniden açılmış. Ancak hemen ardından İkinci Dünya Savaşı yılları gelince bu sefer de mekanın jet uçakları için güvenli bir fabrika olacağına karar verilir. Dünyanın ilk jet uçaklarından birinin ana gövdesi burada 2000 savaş esirine ürettirilip ardından geceleri gizlice götürüldüğü diğer fabrikada eksik parçalarla birleştirilir. Zamanının toplama kamplarından biriymiş yani bu maden ocağı. Sonra Ruslar şehre girince esirler fabrikayı yerle bir etmişler. Her 40 dakikada bir yapılan tur için üç kişiyiz. Rehberimiz, Avusturyalı diğer iki kişiye gezdiğimiz yerleri Almanca anlatırken elindeki makinadan da bana Türkçe yayın yapıyor. 25 sene önce bir tur rehberine yaptırılmış bir kayıt bu. Toprağın altında 500 metre kadar uzanan alçak dehlizde yürürken kenarlarda başka odacıklar, zamanında yük çeken kör atları bağladıkları ahır ve maden işçileri için özel bir yeri olan St. Barbara adına yapılmış şapel görülebilir. Siz de benim gibi bu tarz mekanlarda gezerken "Burada ne biçim film çekilir" diye düşünenlerdenseniz 1993 yılında o iş yapılmış zaten. Benim pek bilmediğim bir film lakin 1993 yapımı Üc Silahşörler'in yirmi dakikası burada çekilmiş. En son bölüme gelince merdivenlerden aşağıya, alt kattaki su dolu bölüme geçiyoruz. Yaklaşık 20 dakika dolaşacağımız bu bölüm çok etkileyici... İnsan yapımı olsa da doğa harikasi gibi görünüyor. İçerisi hem loş ışıkla aydınlatılmış hem de hoş bir müzik yayını gezi boyunca bize eşlik ediyor. Suda yansıyan mağara duvarlarının görüntüsü çok güzel. Gezi bitiminde tüm gezi boyunca gözümüze sokulan "rehbere para vermeyi unutmayın" düsturuna uyup çıkıyorum dışarıya.

Dönüşte otobüs beklemektense bisiklet boyunca yürümeyi tercih ediyorum. Yaklaşık 25 dakikalık yol boyunca çok güzel evler ve ağaşlar eşlik ediyor bana. Sonunda Modling merkezine varınca hemen şehre dönmektense biraz buralarda takılmak istiyorum. Viyana dışındaki diğer yerler nasıl bilmiyorum ama Modling tatlı bir kasaba. Hemen gözüme kestirdiğim Haus der Biere'e kurulup birami, Leberknodelsuppe ve Gulash'ımı sipariş ediyorum. Liver dumpling soup diye İngilizce'ye çevirdikleri çorba gezi rehberimde yazdığına göre "maydonoz ve mercanköşkle tatlandırılmış ve karaciğerden yapılmış köfteler içeriyor" bana göreyse parmaklarınızı yiyeceğiniz kadar lezzetli. Bu arada eğer yemekleri tuzsuz sevenlerdenseniz Avusturya sizin cehenneminiz olacak. Masaya siz istemezseniz tuz getirmiyorlar ve yemekleri tuzlu pişirmeyi seviyorlar. Gulash, çorbadan da tuzluydu... İçinde sebzeler olmayan yahni işte Gulash.

Viyana'ya dönüş vakti. Gidişteki gibi 2€'luk biletimi alıp yola koyuluyorum. Daha Viyana'da geçirecek güzel saatlerim var... Hostelimde biraz dinlenip/demlenmeden önce meşhur Cafe Havelka'ya uğruyorum. Yine Melanj içip ortamı kokluyorum nasıl bir yermiş burası diye. Bu arada bir saat ücretsiz kablosuz internet hizmeti sunuyor haberiniz olsun. Bir kahve de 3,60€.

1-2 saatlik dinlenme sonrası Viyana gece hayatını test etme zamanı. İlk istikamet Cafe Tunnel. Bu arada gece hayatıyla ilgili bilgileri her ne kadar Almanca olsa da www.stadtkinder.com adresinden aldığımı belirteyim de yazdıklarım işinize yarasın. Tunel'in alt katı konser için bir sahne ve sahneye göre dizilmiş masalar şeklinde
düzenlenmiş. Sahnede Fat Cat var, Budapeşte'den gelmişler. İsimlerindeki 'çakma'lık beni güldürüyor. Ben de bir grup üyesi taklidi yaptığımda 'Think Pink' gibi isimler uydururdum. Mekanda biramı içip grubu dinliyorum. Fena değiller lakin daha alacak çok yolları yiyecek fırınlarca ekmekleri var. Yine de 60'lar 70'ler fena gitmiyor.

Bir sonraki hedefim Fluc. Preter Meydanı'ndaki bu eski metro kalıntısı mimarisiyle başta gayet ilgi çekici geliyor. Alt ve üst kat olmak üzere iki katlı. Üst katta bir konser var alt katın da girişi 10€. Hemen alt kata geçiyorum. Teknonun çıkış yeri Almanya olunca Alman ekolündeki Avusturya'daki mekanlardaki favori müzik de elektronik oluyor elbette. Yarımdan sonra dolmaya başlıyor Fluk. Sigara dumanı ve eğlence için mekana basılan duman nefes almayı zorlaştırsa da "rahatsız oluyorsan gençlerin arasında takılma kardeşim" demesinler diye kimseye şikayet etmiyorum. Cuma ve cumartesi geceleri sefer sayısı azalsa da sabaha kadar çalışıyor metro. Çok geç olmadan dönüyorum hostelime. Yarın Viyana'daki son tam günüm.

Ve cumartesi sabahı uyanmamla başlıyor son koşturmaca. Kahvaltı için Cafe Bendle'ın yolunu tutuyorum önce. Akşamdan kalmalığıma birebir. Fakat bir problem var: Cumartesi saat 10 ve mekan kapalı. B planı: Cafe Espresso. Çok uzak da sayılmaz yürüme mesafesi. Burada da İngilizce menü yok ne yazık ki. Neyse vejetaryen omlet ve çay seçebiliyorum en azından. Ardından yürüye yürüye Naschmarkt'in yolunu tutuyorum. Cumartesi günü günün erken saatlerinde Naschmarkt'in yan tarafında bit pazarı kuruluyor. Buradaki gördüklerimin en iyisi. Hem satılan ürünler içinde çerçöp dışında şeyler bulabiliyorsunuz hem de fiyatlar çok uçuk değil. Öğlen 12 civarı pazar kalabalık ve tezgahlar acıktı ancak yavaş yavaş toparlanmaya başlıyorlardı sanki... Uzun bir süre orada takılıp ardından metroyla Tuna Nehri'ndeki Danube Adası'na geçiyorum. Eminim yazları burası cıvıl cıvıldır, nehir kenarındaki cafe/restoranlar doludur lakin eylül sonunda herkes elini eteğini çekmiş. Sırada Augarten var. İçinde 2. Dünya Savaşı yıllarından kalma hava savunma kulesi de barındıran bu yemyeşil park insanın içini açıyor. Botanik bahçesi kıvamında değişik bitkiler arasındaki yürüyüş yollarında dolaşmak kuş cıvıltıları altında banklarda oturmak çok zevkli.

Karnım acıkmaya başlayınca Figgmuller'in yolunu tutuyorum. Meşhur şinitzelini tatmak çok da pahalı değil fakat kapıdaki sıra gözümü korkutuyor. Ben de Avusturyalıların pek bi rağbet gösterdiği Deewan'a gidiyorum. Bu Hint-Paki karışımı Asya mutfağının yemekleri bizimkilere benziyor. Self-servis, açık büfe ve çıkışta ne kadar isterseniz o kadar ödüyorsunuz. İlginç bir deneyim yaşamak isteyenler gidebilir... Çıkışta ne ödemem gerektiği konusunda yaşadığım ikilemden bahsetmeyeceğim.

Bana hostelin yolu göründü. Gece için planım önce Voodoo Cafe'ye gitmek. Dumanaltı atmosferiyle meşhur olsa da playlist'i tam aradığım gibi klasik rock üzerine kurulu. Ancak hem dolu hem de aşırı dumanaltı. Neyse sabah erkenden Bratislava'ya gideceğim bir günlüğüne. Gece geç olmadan yatayım bari. Viyana'da fazladan bir günü olanlara Bratislava'yı tavsiye ederim.

Bu arada en son şu faydalı bilgiyle bitireyim: "Ohne" yazıyorsa için ve beyler "Damen" yazıyorsa girmeyin!

Nerede Koşulur: Praternsteen
Nerede İçilir: Gece nehir kıyısı içkisini almış gençlerle dolu.

Fotoğraf Listesi:


1- Hundertwasser Haus'un cephesi
2- Stephansdom Katedrali
3- Seegrotte'de çekilen 3 Silahşörler filminde kullanılmış tekne
4- Modling
5- Seegrotte'de maden içinde yürürken
6- Naschmarkt

8 ay sonra gelen not: Kısa süreli bir Viyana gezimde Figmüller'e gitme şansım oldu. Evet şinitzeli gerçekten çok lezzetli. 19 € fiyatı var. Yanında %2.5 alkollü limonatalı bira da güzel gitti doğrusu. Üzerine bir de Sachertorte yemek üzere Sacher Hotel'in yanındaki cafeye gittim. Kremasıyla taze Sachertorte de çok lezzetliymiş doğrusu. Aida'da yediğimden daha güzeldi kesinlikle fiyatı da 4.80 € gibi bir şeydi.

Önerilen Sayfalar:


Budapeşte'de 3 Gün 
Şirin Çek Kasabası Olomouc
Bir günlük Bratislava Gezisi
Çek Cumhuriyeti'nin Çok Bilinmeyen Şehri Brno
Viyana Doğa Tarihi Müzesi'ne yaptığım ziyaretin yazısı için tıklayın:

23 Ekim 2012 Salı

St Petersburg'da 5 gün...



Pazartesi akşamı Pavlova Havalimanı' na inen uçağımızla başladı 5 günlük St Petersburg gezimiz. Ekim ayında hava 8 derece, bulutlu zaman zaman yağmurlu. Ama gezilmeyecek bir hava da değil. Elbette daha uygun bir tarihi tercih etmek daha iyi olabilir. Beyaz Geceler'i geçtim 8:30'da doğan güneşiyle Siyah Gündüzlere gelmiş gibiyiz lakin mutluyuz mesuduz keyifliyiz.

Havaalanından Moskovskaya Metro İstasyonu’na ulaşmamız lazım. Otobüsleri çözmek çok zor. En son K13'e biniyoruz. Ücret inerken ödeniyormuş. Kişi başı 30 Ruble. Ardından 27 rubleye metroya biniyoruz ve indikten sonra 10 dakika kadar yürüyüp şimdiye kadarki gezilerimde gördüğüm en güzel hostele ulaşıyorum: Soul Kitchen Junior. Bu ne tatlı bu ne şirin bir hosteldir! Odaları, lobisi, mutfağı, internet salonu... Her yeri özenle düzenlenmiş. Ayakkabıları kapıda bırakıp odamıza geçiyoruz. Hemen ardından da krep pişirme etkinliği var ona katılıyoruz. Hostel sahibi pişiriyor biz de hem hostelde konaklayanlar birbirimizle kaynaşıyoruz hem de afiyetle kreplerimizi yiyoruz. İki kişilik oda fiyatının 120 TL olduğunu belirteyim ki bu biraz yüksek bir ücret ama kesinlikle burası doğru bir tercih. Gelecek olursanız ev terliklerinizi de yanınızda getirin mutlaka.

Gece hostelin yakınlarındaki marketten aldığımız meyve şaraplarımızı içip hostelde takılıyoruz, yarına enerji depolamak lazim. Karadutlusu lezzetli, vişnelisi pek bana hitab etmiyor. Etrafta Diksi marketleri hemen her yerde bulunuyor. Bu arada Ruslarla ilgili bir gözlemimi sizlerle paylaşayım: Yıllar boyunca alkolden o kadar çok çekmişler ki günümüzde toplum ikiye bölünmüş durumda: Ölesiye içki içenler ve ağzına içki sürmeyenler. Arası yok sanki. Normal sosyal içici dediğimiz sınıf pek yok... Hatta gece 11’den sonra marketlerde içki satılması da yasaklanmış, öyle bir devlet politikası var insanları içkiden uzak tutmak için. Hostelde bizim içmemize bile çok sıcak bakılmıyor gibi bir hisse kapıldım. 

Sabah yerel saatle 9'da bile hava "dışarı çıkıp ne yapacaksın bu saatte, yat uyu işte" diyor adama karanlık gökyüzüyle... En son yatakta dön dolaş sıkılınca kalkıyoruz yavaş yavaş. İlk hedefimizde Zoom Cafe var. Ama önce Sberbank'a uğrayıp döviz bozduruyoruz. Pasaport bile yeterli olmuyor bir şey daha istiyorlar; sanırım girişte doldurduğumuz küçük kağıt. Neyse sonunda o olmadan dolar bozdurabiliyoruz. Dolarla alışveriş yapmak kesinlikle yasak. Mutlaka Ruble kullanmak zorundasınız.

Zoom Cafe'de kahvaltılık krepler ve yumurtayla doyup başlıyoruz yürümeye. Önce şehrin güneyini görmeye niyetliyiz ama saat 11'e gelirken Ekim ayı ortasında hava gayet soğuk. Sonbaharda durgun durgun akan kanallarla uyumlu binalar buluyoruz karşımızda. Pastel tonlar hakim şehre... Aziz Nikolas Katedrali'ne ulaşana kadar arada Mariyinski Sahnesi'ne uğrayıp perşembe geceki Don Giovanni’ye bilet alıyoruz. Bu büyüleyici sahnede opera izlemek eğlenceli olacağa benziyor.

Ve ilk dini yapı karşımızda. Aziz Nikolas Katedrali açık mavi tonlardaki dış boyası ve altın rengi kubbeleriyle karşımızda. Yan tarafındaki çan kulesi ve etrafını çevreleyen bahçesiyle hoş bir yapı... Hafif karanlık iç mekan da oldukça etkileyici.

Ardından Nevski Prospekt'e geçiyoruz. Mağazaları, çarşıları, restoranlarıyla şehrin göbeği burası sanki... Ara yollarına dalıp elimizdeki rehber eşliğinde kaleyi, konservatuarı, tiyatroyu görüp şehrin en etkileyici yerine ulaşıyoruz: Dökülen Kan Kilisesi... Sen Petersburg gözümde bu kiliseyle canlanacak artık. Arada bulutları aşıp kiliseye vuran güneş altın yaldızlarda parlıyor... Kırmızı bina üzerindeki mozaikler de en az dondurma gibi duran kuleler kadar etkileyici. Uzun uzun izliyoruz kiliseyi...

Karnımız acıktı. Şehirdeki yaygın Gürcü mutfağını test etmek icin Nevski Prospekt’e dik uzanan Kazanskaya Ulitza’ya (Ulitza: Sokak) gidiyoruz. 50-100 metre ilerde solda merdivenlerden aşağı inilerek girilen restorandaki Kaçapuri ve Kinkali tıpkı Gürcistan'daki gibi. Kinkaliye gollandro katmayı da unutmamışlar (ne yazik ki)... Fiyatları Gürcistan'ı misliyle katlıyor lakin... Kinkali de kaçupuri de ortalama 250 ruble.

Yemeğin ardından Kazan Katedrali'ne geçiyoruz. Dökülen Kan Kilise'siyle karşılaştırıldığında çok daha büyük bir yapı bekliyor burada bizi. Vatikan'daki Katolik Sen Pier katedralinden kopyalandığı dışardaki sütunlu bahçeyi görünce hemen anlaşılıyor. İçerisi çok daha  az süslü ama. Hatta Sen Pier'in o heykelli süslemeleri yanında buranın çizimleri cok sade kaçıyor...

Nevski Prospekt etrafında biraz daha turlayıp akşam yemeğinde şehre yayılmış Teremok'lardan birinde alıyoruz soluğu. Pancake'ler gayet lezzetli ama borş çorbası enfes diyebilirim. Fiyatları normal, çorba 80 krepler 100-150 ruble...

Akşam erkenden çöküyor şehre karanlık...

Sabah kalkıp kahvaltı için aldığımız yeni adrese gidiyoruz. Bu sefer Nevski Prospekt'teyiz ve yolun Kazan Katedrali kısmında 1 Kopek işaretini isminin sonuna eklemiş ismi Stolovnaya gibi bir şey olan mekanın alt katına iniyoruz. Açık büfeden istediğimizi seçebiliyoruz. Fiyatlar da çok makul. Sadece kahvaltı değil öğlen-akşam yemeği için de gelinebilir buraya...

Ve ardından bugün dolaşacağımız yerlere doğru başlıyoruz yürümeye... Petrogradskaya'ya Vasilyevski Adası üzerinden geçiyoruz. Burası sanki şehrin daha bir oturaklı, lüks semti gibi. Ara sokaklarında kayboluyoruz hafif çiseleyen yağmura aldırmadan. Kamennoostrovski Caddesi'ndeki güzel binaların sonunda caddenin güneyinde şehrin tek camiisi çıkıyor karşımıza. Ardından Aleksandrovski Parkı'ndan geçip Pevro-Patel Kalesi'ne ev sahipliği yapan adaya geçiyoruz. Sonbaharda adanın güneyindeki boş plajda dolaşmak çok güzel. Svitoy Pyotr ve Svitoy Pavel Katedrali'nde de tadilat çalışmaları var ama yüksek kubbesi çok etkileyici. Üşümeye başladık... Nevski Prospekt'e dönüp Edebiyat Cafe'sine giriyoruz. Çok ağır bir mekanda buluyoruz kendimizi. Aşırı lüks bir şekilde düzenlenmiş bu mekan nedense şimdiye kadarkilerin rahatlığını içermiyor. Birer kahve içip kaçıyoruz hemen. Akşam yemeğinde yeniden sabahki mekandayız. Ne yazik ki seçtiğimiz yemekler pek bi tatsız-tuzsuz. Bir daha gelmeyelim buraya.

Gece hostelden gençlerle gece hayatına dalıyoruz. Barlar sokağı Gostini Dvor'un yan sokağı. Haftaiçi pek eğlenceli bir yer yok. Kapıdaki "face control" denilen istediğini alma/almama olayı da her istediğiniz yere girmenizi izin vermiyor. Bir kaç mekanda takılıp dönüyoruz hostele...

Sabah akşamdan kalma bir şekilde kalkıyorum... Günlerden perşembe olmuş ve bugün Kuntskammer Müzesi ücretsiz. Vasilyevski Adası'nda dolaşıp Aziz Andrey Katedrali ve adanın güney sahilinin batısında ismini bilmediğim altın yaldızlı soğan kubbeli katedrali gezip giriyoruz Kuntskammer'e. Body Worlds sergisini gezenlerin bile yabancılık çekebileceği bu müzede şişelerin içinde anormal doğmuş bebekler sergileniyor. İçeride fotoğraf çekmenin yasak olduğu bu 300 - 400 yıllık koleksiyon Avrupa'dan satın alınıp getirilmiş ve insanı oldukça zorluyor. Müzede dünyanin değişik kültürlerindeki hayatları anlatan kıyafetler, maketler ve objelerin sergilendiği kısım daha normal. 

Hemen yan tarafındaki Zooloji Müzesi'ne geçiyoruz ardından. Özellikle girişteki Mavi Balina iskeletinin büyüklüğü ağzımıı açık bırakıyor. Büyük olduğunu biliyordum ama bu kadar büyük olduğunu tahmin etmiyordum. Keza mamut, aslan, panter, envai çeşit kuş ve balığın sergilendiği kısım da "keşke bizde de böyle kapsamlı bir müze olsa"" dedirtiyor. Ortaokul-Lise yıllarında ziyaret etmek isterdim bu müzeyi.

Acıkınca kendimizi Teremok'a atıyoruz yine. Borç çorbası ve krepler çok lezzetli. Akşam da Mariyinski Sahnesi'ne gidiyoruz Opera izlemeye. Ne büyüleyici bir salon bu böyle... Kat kat yükselen balkonlar, tavandaki süslemeler ve devasa avize, sahne perdesi... Geceyi çok yorulmadan kapatıyoruz.

Sabah kalkar kalkmaz kahvaltı yapıp Hermitaj Müzesi'ne gidiyoruz. Kişi başı 400 ruble giriş ücretinin dışında ekstra sergileri gezmek için de ayrıca bilet almak gerekiyor. Fotoğraf çekmek isteyenler için de bilet alınması gerektiği yazıyordu ama ben çaktırmadan bir iki kare çektim kimse bilet falan sormadı.

Hermitaj'ın ilk katında dünyanın her yerinden toplanmış farklı kültürlerden öğeleri görebileceğiniz odalar var. Özellikle Asya'daki kazılardan toplanmış öğeler büyüleyici. Bir üst katta İtalyan, İngiliz, Alman, Hollanda ve Rus resim sanatının 19. yüzyıla kadar örneklerinden seçmeler sergileniyor. Leonardo ve Rembrant'ın eserleri de bu kısımda. Sergi kısımları labirent gibi olduğundan biz sürekli kaybolduk ve aynı yerlerde dolandık durduk. Olmadı etraftaki görevli teyzelerden birine sorun nerede olduğunuzu.

Hermitaj'ın bana göre en özel kısmı en üst katı. Burada modern resmin güzide örnekleri görülebilir.  Picasso, Renoir, Matesse, Degas gibi bir çok ünlü ressamın tablolarını bir arada görmek çağdaş resme meraklı olanları cezbedecektir eminim ki.

Yaklaşık 4 saatimizi Hermitaj'a ayırdık. Yorucu bir turdu... Ardından KGB Müzesi'ne gittik. Ne yazik ki içeride sadece KGB'nin kuruluşuyla ilgili Rusça dökümanlar ve fotoğraflar sergileniyor. Hayalimde casusluk aletleri müzesi vardı...

Bir sonraki durağımız St İsaac Katedrali. St Petersburg'daki dini yapılar gerçekten büyüleyici... Burası da devrim sonrası Ateizm Müzesi yapılan kiliselerden birisi. Şimdilerde Ateizm Müzesi kalkmış ama yine müze olarak faaliyet gösteriyor.

Cuma akşamı geldiğinde bütün haftanın yorgunluğu var üstümüzde. Gece hayatı için Radio Baby'ye gitsek mi gitmesek mi yoksa başka yere mi gitsek bilemiyoruz. Sonunda geceye Radio Baby'de başlamaya karar veriyoruz. Bira 130 Ruble ve gece 12 gibi yavaş yavaş dolmaya başlıyor mekan... 2 gibi doruk yapıyor... Ardından Gostini Dvor'un yan sokağındaki barlarda devam ediyoruz geceye. Sabaha karşı döndüğümüzde artık ayakta duracak halimiz yok.

3,5 saatlik uykudan uyanıp hosteli terk ettiğimizde akşamdan kalmayız... Önce Dökülen Kan Kilisesi’nin içine giriyoruz. Bütün kilise boydan boya mozaiklerle kaplı... Dışı kadar içi de çok etkileyici Dökülen Kan'ın.

St Petersburg'daki son ziyaretimizi Cumartesi günleri açık olan bit pazarına yapıyoruz. Bit pazarına gitmek için mavi metro hattına binip Udelniya istasyonunda inin. Tren yolunu geçip yere sergi açanları görene kadar yürüyün. Yoldaki dükkanlara, standlara aldanmayıp yürümeye devam edin mutlaka, bit pazarı en sonra. Madalyalar, savaş hatıraları, kart postallar, envai çeşit ıvır zıvır. Keşke daha vaktimiz olsa da biraz daha kalabilsek.

St Petersburg'a bir de beyaz gecelerde gelmek lazım... Dönüş yolunda aklımızda bir daha ne zaman geleceğimizin planları dolaşıyor. Şimdi çoğu yeri gezdik ne de olsa bir dahakine haziranda gelip bir kaç gün beyaz geceleri yaşadıktan sonra Mozkova üzerinden geri dönebiliriz...

dinceryazici79@gmail.com

Gezinin En İyi 5'i:

1- Dökülen Kan Kilisesi
2- Hermitaj'ın modern resim koleksiyonu
3- Kunzkammer Müzesi'nin deforme olmuş bebekler kısmı
4- Zooloji Müzesi
5- Bit Pazarı

Fotoğraf Listesi:

1- Aziz İsaac Katedrali
2- Dökülen Kan Kilisesi
3- Zooloji Müzesi'ndeki dev mavi balina iskeleti
4- Aziz Nikola Kilisesi

Önerilen Sayfalar: 

Kopenhag - Geniş Geniş Malmö ve Lund
Kopenhag Bir Günde Gezilebilir mi?
Danimarka'da, Kopenhag'ın Göbeğindeki Komün: Christiania
Novosibirsk Gezi Yazısı

6 Ekim 2012 Cumartesi

Bir günlük Bratislava Gezisi


Sabah erken saatte terk ediyorum Viyana'daki hostelimi. Bir günlüğüne de olsa yeni durağım Bratislava'ya doğru nehirden yolculuğumun başlangıç yeri Schwedenplatz. Dün biletimi aldığım 9'daki sefer için 8:30'da Schwedenplatz'da olmam söylendi lakin 8:50 gibi anca varabiliyorum ve bir sorun çıkmadan içerdeyim. Katamaranın güzel yerleri kapılmış. Ön sıralar ve üst kat daha pahalı, normal bilet tek yön 33€.

Tuna boyunca dizilmiş ağaçlar arasındaki balıkçı kulubelerini izleye izleye gidiyoruz Bratislava'ya. İnişte, bir gece konaklayacağım Blues Hostel yaklaşık 1 km. yürüme mesafesinde. Biraz erken gelmişim, odalar 2 gibi hazır oluyormuş. Çantamı orada bırakıp resepsiyondaki sevimli kızımızın tarifleri ve verdiği haritayla başlıyorum Bratislava'yı dolaşmaya. Sadece bir günüm ve karşımda ufak bir şehir var. Nüfusu 500.000 bile değil ve gezilecek yerleri eski şehir denilen yerle sınırlı. Elbette vakti olanlar için başka gezilecek yerleri de varmış lakin şimdilik bu kadarı yeter bana.

Bratislava'ya büyük umutlarla gelenler hayal kırıklığı yaşayabilir ancak benim gibi yapar beklentilerinizi düşük tutarsanız gayet keyifli bir şehirle karşılaşırsınız.

Size burada göreceğiniz yapıların listesini vermeyeyim, şehre varınca elinize geçecek herhangi bir haritada işaretli zaten bunlar. Ancak özellikle kaleye çıkmadan önce ziyaret ettiğim Mavi Kilise'den bahsetmeden geçemeyeceğim. 1900'lerin başında yapılmış bu açık mavi renkli kilise sadece diğer dini yapıların o karanlık halini yansıtmayan farklı rengiyle değil aynı zamanda o nazik üslubuyla da tıpkı Bratislava gibi 'bağırmadan, kendini övmeden konuşup sizi kendisine hayran bırakıyor'. Ayrıca sanki yan tarafında bir de pembe kilise varmış da kız ve erkek bebeklerin vaftiz törenleri ayrı ayrı kiliselerde yapılırmış izlenimi yarattı bende...

Onun dışında önce sahilinde yürüyüp sonra şehrin merkez meydanına ulaşıp ara sokaklarını dolaşmak, komik heykelleri ve güzel binalarının tadını çıkarmak benim hızlı adımlarımla 2,5 saat sürdü.


Hostele dönüp odama yerleşip yeniden çıkıyorum yollara... Bu sefer hedefimde tepedeki kale var. Nehre yakın sokaktan tırmanıp arka taraftan iniyorum aşağıya. Yukarıdan manzara hoş ama başka bir şey de ilgimi çekmiyor açken... Akşam olmak üzere. Hostelden aldığım yöresel yemekler için tavsiye edilen restoran Postova sokağı üzerinde Billa marketin bitişiğindeki Bratislavsta Restoran. Flagship diye de biliniyormuş. Önce ekmeğin içinde servis edilen sarımsaklı çorbam geliyor. Neyse ki bu akşam kimseyle öpüşmeyeceğim. Ardından da yine geleneksel Slovak mutfağından Bryndzove Halusky söylüyorum. Bir nevi makarna bu da... Slovak makarnası diyeyim; böyle peynirli, kremalı falan. Tadı güzel. Üzerine de menüden Arnavut Kahvesi seçtim. Kocaman cam bardakta üstü krema kaplı kahvem geliyor. Gloria Jean's'in kahveleri gibi sanki; Arnavutluk'ta bu kahveyi bilen var mıdır acaba? Bu arada mekanın kapı önünde oturmak güzel tabii ama içeride de kocaman eski tarz iki kat büyük bir yer olduğunu unutmayın. O da oldukça etkileyici...


Akşam olup gece karanlığı çökerken pazar gecesi olmasından mı bilmem sokaklar boşalıyor. Bir de gece gözüyle sokaklarını arşınlayıp hostelime dönüyorum. Hostelin resepsiyon-bar kısmında oturup içmek keyifli. Bu kapsamda Blues Hostel tercih edilesi bir mekan. Ancak geceleri biraz gürültülü olduğunu belirteyim. Hemen yandan geçen trenin ya da 3 odalı dairenin diğer odalarının gürültüsü uykunuzu bölebilir... Onun dışında temiz ve ucuz bir yer.

Sabah kalkıp tren istasyonuna yollanıyorum. Dönüş Viyana'ya trenle. Hostelden yürüyerek 15-20 dakikalık mesafedeki Tren Garından 11€'ya Viyana tren bileti alınabiliyor. Saatte bir sanırım 46 geçelerde hareket eden (yine de kontrol edin derim) trenden 1 saat 10 dakika sonra Simmering'de inip metro aktarmasıyla Viyana merkeze ulaşıyorum. Çok da uzakta olmayacak Budapeşte gezisine kadar Orta Avrupa'ya veda etme vakti...

Önerilen Sayfalar:


Budapeşte'de 3 Gün
Şirin Çek Kasabası Olomouc
Viyana Doğa Tarihi Müzesi - Naturhistorisches Museum Wien
Çek Cumhuriyeti'nin Çok Bilinmeyen Şehri Brno
Viyana Gezi Yazısı

Fotoğraf Listesi:

1- Şehri gezerken karşınıza çıkacak tarihi yapılardan Miachael's Gate
2- Mavi Kilise
3- Başka örneklerine de denk geleceğiniz komik heykellerden biri olan Cumil
4- Kaleye çıkan merdivenler
5- Ekmek içinde servis edilen sarmısaklı çorba

dinceryazici79@gmail.com 

9 Eylül 2012 Pazar

Uçmakdere'de Kamp ve Şarköy'e Kadar Uzanmak



90'ların sonunda mı başlamıştı Gündüz Vassaf Radikal'deki 'Uçmakdere' isimli köşesine? Pazarları zevkle okuduğum yazıların başlığı yıllarca hep ilgimi çekmişti. Trakya keşif gezilerinin güney kısmının merkezine Uçmakdere'yi koymak biraz da bu sebeptendir sanırım.

Sabah sabah çıktık yola. İstanbul'dan 2,5 saatte rahatça ulaşılıyor Uçmakdere'ye. TEM'den Silivri boyunca giderken önce Tekirdağ tabelalarını takip ettik. Ardından Barbaros-Kumbağ tabelasını görüp Kumbağ'a saptık. Uçmakdere'ye giden güzel yola Kumbağ'a girmeden sağa Naip yoluna dönerek ulaşılıyor, bundan sonrası tabelaları kaçırmamak. Biz gelmişken Kumbağ'a da uğradık bir. Girişi oteller, siteler, tatil köyleriyle dolu bu köyün beton hali hoşumuza gitmedi. Yine de biraz ileriye arabayı park edip sahilinde yürüdük, çaylarımızı yudumladık. Kumsalı denize girmek için güzel ama Kumbağ pek bi tatil hayallerimize hitap etmedi.


Yeşillikli köy yolları arasından ulaştık Uçmakdere'ye. Köy denizden biraz yukarıda ancak biz çadırımızı deniz kenarındaki Mocamp'ta (Çınar Kamping diye de geçiyor) kuracağız. Mekan bayram öncesi boş. Aynı zamanda piknik yeri de olan kamp yerinde gecelik çadır fiyatı 25 TL. Sadece soğuk suyu olan duşu ve tuvaletleri var. Fiyat Trakya'daki diğer örneklerine göre biraz yüksek.


Çadırımızı kurup gezimize başlıyoruz. Uçmakdere-Şarköy arası 35 km sürüyor ve yol üzerinde Gaziköy-Hoşköy-Mürefte-Eriklice'yi geçip Şarköy'e ulaşılıyor. Gaziköy'ü geçip Hoşköy'ün içinden geçiyoruz. Hoşköy güzel bir köye benziyor. Yarın için rezervasyon yaptırıp Mürefte'ye ulaşıyoruz. Mürefte de ilgimizi çekiyor. Ardından Şarköy. Şarköy sevimli bir kasaba ama betonarme binalar her yeri sarmış. Sahilinde yürüyüp ana caddesine dalıyoruz. Karnımız aç ve akşam Mine Koşan'ın açık hava halk konseri var. Akşama kadar bekleyemeyecek olmanın hüznüyle Tekirdağ Köftecilerinden birine dalıp afiyetle yiyoruz köftelerimizi. Üzerine de peynir tatlıcısı buluyoruz bir tane. İki çeşit peynir tatlısı var biri unla yapılıp fırınlanmış diğeri irmikle yapılmış ve sarı renkte. İkisi de lezzetli ama sarı olan daha güzel sanki.


Şarköy'den sonra Mürefte'ye geri dönüyoruz. Yarın Şarköy'e bir daha gelmeyiz ama Mürefte'ye yine geleceğiz. Bu akşamlık sahilinde turluyoruz ve Sevilen'in tesislerini ziyaret ediyoruz. Biraz tadım biraz sohbetten sonra beyaz şarap sevmesek de Misket üzümünden yapılma beyaz şarabımızı akşamlık alıyoruz. Dönüşte Uçmakdere sahilindeyiz... Küçük bi sahil ama ışıklı şehir merkezlerine uzakta olduğundan gökyüzü yıldız dolu... Şarabımız da çok güzel, müziğimiz de... Geç olmadan geçiyoruz çadırımıza ki sabah uykumuzu almış bir halde güne başlayalım. Gece deniz coşkulu... Dalgalar yankılanıyor kulaklarımızda.


Gece serin ama uzun kollu bir şeyler yeterli sabaha kadar. Sabah kampın yan tarafındaki Ömür'ün Yeri'ne geçiyoruz kahvaltı için. Kişi başı 15 liralık kahvaltı idare eder fakat servis aşırı yavaş. Şehrin kovalamacasından kırsala kaçıp şehirdeki gibi koşturmaca beklemiyoruz elbette ama tüm kahvaltılıklar geldikten sonra 10 dakika çay ardından 10 dakika da çay için şeker bekleyince 4-5 masa olmasına rağmen herkes söylenmeye başladı.


Kahvaltının ardından köye doğru yürüyüşe başlıyoruz. Köy merkezi kampa 1.5-2 km mesafede. Merkezde cep telefonları çekmiyor. Ayrıca kampın içinden geçen yolla ormanın içinde ufak bir gezinti yapacak olursanız çok hayran kalacağınız evler göreceksiniz. Köy merkezindeki evlerin tamamına yakını taş ya da ahşaptan. Beton ev yok gibi bir şey. Bu sayede köyün o farklı havası korunmuş. Sokaklarda ya da aralıklarda dolaşıp fotoğraf çekiyoruz. Gezinin en beğendiğimiz keşfi oluyor Uçmakdere köyü. Yaşlı bir teyzeyle yaptığımız sohbetten öğreniyoruz ki gençler köyden kaçıyormuş, ürün para etmediğinden bir yaşlılar kalıyormuş köyde... Sonbaharda bir daha gelmek uzere geri dönüyoruz kampımıza.


Arabaya atlayıp Mürefte'ye doğru sürüyoruz. Önce Hoşköy'de mola veriyoruz. Gelmişken denize de giriyoruz ama Marmara'nın suları burada bulanık ve dalgalı. Ayrıca taşlardan seke seke denize girmek de çok keyifli değil. Geçen hafta İğneada'nın sahili daha güzeldi sanki. Yine de denize girmedik dememek için sulara bırakıyoruz kendimizi bir yarım saatliğine. "Hoşköy sen affet gitsin aldırma" diye şarkı söyleye söyleye geçiyoruz Mürefte'ye. Önce Çınarlı köyünde şaraplık üzüm satılıyordur diye duyup oraya çıkıyoruz. Şaraplık üzümlerin tadı bir başka oluyormuş ama Çınarlı köyü bu konuda yanlış adresmiş. Elimiz boş geri dönüyoruz Mürefte'ye. Sokaklarında dolaşıp çarşıdaki bir simitçiden aldığımız enfes simitleri yiyoruz sahildeki çay bahçelerinden birinde. Simit çok lezzetli. Gerçi İstanbul'un simidinden sonra her yerinki güzel geliyor bana...


Mürefte'nin sonlarında Sevilen'in tesislerinin yanındaki Kutman Şarap Müzesi bir sonraki durağımız. Müzenin yanındaki üretim tesislerinde çalışan kimyager kızımız bize müzedeki eski şarap üretim makinalarıyla ilgili çok güzel bilgi veriyor. 50-60 yıllık aletler ilgimizi çekiyor ama sıra şaraplara gelince Kutman'da sadece meyve şaraplarından Nar şarabı ikram ediyorlar. Ayrıca Sevilen'le karşılaştırınca fiyatları da daha pahalı. Akşamlık nevalemizi tedarik etmeye tırıs tırıs yeniden Sevilen'e geçiyoruz. Dün akşamki Misket'in yanına  bu sefer Güney şarabını da ekleyip çıkıyoruz Sevilen'den. Akşam mangal yapacağız. Merkezdeki kasapların birinden akşamlık et ayrıca da mangal kömürü ve çıra alıp dönüyoruz kampımıza. Cumartesi akşamı kamp daha bir dolu düne nazaran. Herkes de mangalını yakmış... Sanırım kamptan da mangal ve et tedarik edilebiliyor. Ama biz hazırlıklıyız bu sefer, arabanın arkasında mangal var.



Yemeği ağaçların altına çektiğimiz masamızda yiyoruz. Şaraplar yine güzel... Sabah erken kalkıp İstanbul'a dönecek olmasak sabaha kadar azgın dalgalara yarenlik ederdik ama şimdi uyku vakti. Doğanın içinde temiz hava yine güzel uyutuyor. Bir daha gelelim Uçmakdere'ye... 

Fotoğraf Listesi:

1- Çınar Kamping
2- Sahil boyunca görebileceğiniz ve bizim ne işe yaradığını çözemediğimiz ahşap yapılar (bilenler dinceryazici79@gmail.com adresine mail atsın lütfen)
3- Peynir Tatlısı
4- Uçmakdere Köyü

Geziden geriye kalan güzel izler:


- Uçmakdere köyü

- Mürefte'de şaraphaneler
- Tekirdağ köftesi ve Peynir tatlısı
- Çınar Kamping'de konaklama

Haziran 2013 güncellemesi: 2 gecelik bir kaçamak yaptım yine Uçmakdere'ye... Ücreti 25'ten 30 TL'ye çıkartmışlar. Denizi yüzülebilecek kıvamdaydı, kumdan değil taştan denize giriliyor ve kirli ya da çok soğuk değil. Çınar Kamping'te kahvaltı 15 TL bira 5 TL. Muhabbet hala güzel, havası halan temiz... Çınarların altında çadır kurmanın, mangal yapmanın, kitabına gömülmenin keyfi hala paha piçilmez. 


Önerilen Sayfalar:


Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 1 - Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala 

Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres
İğneada'da iki gün çadır tatili
Gökçeada
Bozcaada'da Kısa Bir Tatil
Edirne'de İki Gün

21 Ağustos 2012 Salı

İğneada'da İki Gün Çadır Kampı

İğneada'da iki gece çadırda konaklamalı kamp planı yapınca ilk iş etrafta görülecek yerleri araştırmak oldu. Ardından yol ve kamp kurulacak yerler öğrenildi ve start!


Askerliğimi Çerkezköy 'de yaparken çarşı izinlerimin vazgeçilmez yeri Filiz Restoran'da ilk molamızı vermek üzere yola koyulduk. Çerkezköy'ün göbeğindeki bu mekana inzibatlar pek uğramadığı için ve mekanı pazar sabahı bizler için erkenden açan teyze gönlümüzde yer ettiğinden sabırsızca Çerkezköy'e ulaştık. Ne yazık ki bir sene önce kapanmış Filiz ve yerine bir kasap açılmış. Bildik başka yerlerde karnımızı doyurup devam ediyoruz yola. İstikamet Vize üzerinden İğneada. Ağustos 2012 itibariyle Vize-İğneada yolunda çalışmalar olduğundan biraz yavaş gidebiliyoruz. 

Ve sonunda İğneada'dayız. Sahile inip 1-2 km gidince sağda Dallas Büfe'yi görüyoruz. Akşam 8:30 itibariyle hedefimize ulaştık sonunda. Sahilin kenarındaki Dallas Büfe tarafından işletilen çadır kamp alanı yolun öbür tarafında ve onlarca çadır etrafa yayılmış durumda. Belli ki kimileri uzun süreliğine gelip yerleşmiş buraya. Bir kenara da biz çadırımızı kuruyoruz geceliğine 5 TL ödeyip. Tarifi "Erikli Gölü yanında" şeklinde yapılıyor bu kamp alanının ama yan taraftaki sulak arazi - sazlık alan dışında bir göl göremedim ben. Ya dikkatli bakmadığımdan ya da yazın suyu azaldığı için sanırım. Kamp alanında ikişer tane kadın ve erkek tuvaleti ayrıca tuvaletlerin önünde bir muşluk var. Şartlar çok iyi değil, temizlik konusunda hassas olanlar zorlanabilir. Duş için de yolun deniz tarafında üç tane kapısı kırık kabin var. Kamp alanının bir sınırı da yok, nerede başlar nerede biter anlamadım. Ayrıca bolca köpek var. Arada köpekler havlamaya başlarsa anlayinki inekler çadır alanına yaklaşmıştır. "Dandini dandini dasdanaa danalar girmiş bostana" deyip inekleri kovmak üzere havlayarak koşmaya başlıyorlar hemen. Hepsinin yeri de belli sanırım. Bizim çadırın etrafında üç tane arkadaşımız miskin miskin yatıyor... Yine de sevdim burayı.


Hava kararırken şarabımızı alıp sahile iniyoruz. İn cin top oynuyor sahilde ama 50 metre ötemizdeki yoldan geçen arabalar etrafı aydınlatıyor. Bir yanda müziğimiz, karanlık denizdeki dalga sesleri, yıldızlar... İğneada'ya hemen ısınıyoruz. Su da çok güzel... Gece gece denize girmek de... Bu arada sinek kovucu alıp İğneada'ya girer girmez her yerinize sıkmayı unutmayın. Sinekler çok fena yoksa, neyse ki sinek kovucu işe yarıyor.


Sabah 8 gibi kalkıp uzun bir yürüyüşe çıkıyoruz. Orman yolundan, 7 km ötedeki Limanköy'e yürüyoruz. Çadır alanında yanımızda uyuyan üç köpek de tüm uyarılarımıza rağmen bizimle yürüyorlar. Limanköy'de pek yapacak bir şey yok, deniz kenarındaki limanı da köye 3 km. Köyde biraz soluklanıp liman üzerinden yine yürüyerek dönüyoruz. İğneada'ya gidenlere pek tavsiye etmem bu yürüyüşü lakin sabah yürüyüşü vücudu dinçleştiriyor...


Dönüşte çok açız. Hemen  İğneada merkezde bir yer kestiriyoruz gözümüze ve ne kadar doğru bir seçim yaptığımızı anlıyoruz. Yasemin Hanım'ın işlettiği Korfa Koliba'da kahvaltı tabağı ve karışık omlet sipariş ediyoruz. Artık kullanılan yağdan mı, tereyağının doğallığından ya da yumurtaların tazeliğinden mi bilmiyorum omlet çok lezzetli. Kahvaltılıklar da öyle. Hele ömrümde ilk kez tattığım nane reçeli değişik lezzetlere açık olanların eminim ki çok hoşuna gidecektir. Ertesi sabah yeniden gelmek üzere ayrılıyoruz  mekandan.


Öğlen arasında çadırda dinleniyoruz. İstanbul'da sıcaktan bunalıp kaçan birisi olarak İğneada'da hava gayet güzeldi ama öğlen 3'e 4'e kadar dışarda dolanmamak en hayırlısı. Biz de öyle yapıp akşamüstü 12 km. uzaktaki Beğendik köyüne gidiyoruz. Şansımıza deniz çok dalgalı. Biz de İğneada'ya geri dönüp denize giriyoruz. İğneada civarındaki sahillerde nerede denize girilebileceği tamamen sizin şansınıza kalmış. Bugün sütliman olan bir yer yarın gayet dalgalı olabilir.


Akşam olurken yemeğe yeniden Beğendik sahiline gitmeye karar veriyoruz. Sahilde "tenekede tavuk" yapılıyormuş. Eger siz de gittigğinizde yemek isterseniz ya 1,5 saat önceden arayıp sipariş vereceksiniz ya da sipariş verip 1,5 saat sahilde takılacaksınız çünkü pişmesi 1,5 saat sürüyor. 8'de yeniden Beğendik'teyiz ve tavuğumuz hazır. Koca bir tavuk ve yanında tavuğun yağıyla hazırlanmış türlü iki kişi için çok fazla. Üç kişiyi gayet iyi doyurur. Tavuk da türlü de çok lezzetli. Hepsi toplam 35 TL.


Gece yeniden sahilde kumlara serilip şarabımızı içiyoruz. Ama bu sefer biraz daha erken geçiyoruz çadırımıza. Yarın Longoz Ormanlarında dinç olmamız lazım.


Sabah ilk istikametimiz çantamıza suyumuzu koyup İğneada'nın doğu tarafındaki sahil. Sahil boyunca 5-6 km yürüyüp arada sahil boyunca uzanan ormanlara dalmaya çalışıyoruz fakat buradaki sinekler-böcekler yüzünden ilerlemek imkansız. Bir dahakine daha sağlam kıyafetler hatta arıcı maskesiyle gelmek gerektiğine kanaat getirdik. Ayrıca yazın değil şubat-mart daha uygun olabilir.


Dönüşte yeniden Yasemin Hanım'ın güzel yemeklerine yumuluyoruz. Dünküleri öyle sevdik ki hiç değiştirmiyoruz siparişleri. Bu sabah çok güzel kurabiye de yapmış... Ayrilik saati geldi. Dönüşümüzü Demirköy-Dupnisa Magarası-Demirköy-Sivriler-Kızılağaç-Kıyıköy üzerinden yapıyoruz. Demirköy'den 25 km uzaklıktaki Dupnisa Magarası belediye tarafından işletilen güzel bir yer. Buralara kadar gelmişken mutlaka görülmesi gereken yerler arasında... Milyonlarca yilda oluşmuş sarkıtlar ve dikitler arasında dolaşmak mekana hayran kalmamızı sağlıyor. İğneada ve civarını gezmek gerçekten doyurucu...


Fotoğraf Listesi:


1- Çadır Alanı

2- Beğendik Köyü Plajındaki dalgalı sahil
3- Dupnisa Mağarası'na giderken geçilen büyülü orman yolu manzarası
4- Dupnisa Mağarası

Önerilen Sayfalar:


Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 1 - Dedeağaç, Gümülcine, İskeçe, Kavala

- Karayoluyla Yunanistan & Bulgaristan 2 - Halkidiki, Selanik ve Seres
Uçmakdere'de Kamp ve Şarköy'e kadar uzanmak
Edirne'de İki Gün
Saros Körfezi
Gökçeada

2 Ağustos 2012 Perşembe

Adalar'a Gidiyoruz 2 - Heybeliada


4 adanın ikinci büyüğü olan Heybeliada yazları, özellikle haftasonları İstanbul'dan kaçanların sığınağına dönüşen ama kışları da hayatın sakin bir şekilde devam ettiği bir adadır. Son yıllarda sadece yazlıkçıların değil dört mevsim yaşamak isteyenlerin de çok tercih ettiği bu adaya ulaşım için Bostancı, Kabataş ve Kadıköy olmak üzere üç seçeneğiniz vardır. (Bir de Kartal'dan motor var sanırım...) Bostancı'dan motor (yazları vapur da), Kabataş'tan vapur (yazları deniz otobüsü de) ve Kadıkoy'den yine Adalar vapuruyla Heybeliada'ya ulaşabilirsiniz.

Peki Heybeli'ye niye ulaşılır? İlk cevap "şehrin hızından kaçıp kasabadaymışçasına yavaş akan zamanla karşılaşmak için" dir. Boş bir gününüzde araba trafiği olmadan sokaklarında gezmek, yeni yapılara izin verilmeyen bu sokaklardaki eski evler arasında sadece şehrin gürültüsünden değil hayatın öğütücü çarklarından kaçmak da mümkünmüş gibi hissetmek için ulaşılır adaya. Kışları hayatın durduğu küçük adalardansa her daim insanların yaşadığı bir adayı görmek isteyenlerin favorisi olacak bir adadır Heybeli. Hele ki yaklaşık bir saatlik vapurla yolculuk ederek başlarsanız bu yolculuğa güzel bir girizgah yapmış olacağınızın garantisini veririm. Unutmadan adalar Kınalıada - Burgazada - Heybeliada -Büyükada şeklinde sıralanır. Vapurla gelenler üçüncü adada ineceklerini akıllarından çıkartmasınlar.

Heybeliada'ya gidenler sahilde çaylarını içip bir şeyler atıştırdıktan sonra (Nazligül'ün tahinli çöreklerinden alıp Gencay'da çayla yemek mesela...) adada güzel bir yürüyüşe çıkabilirler. Büyük tur ve Küçük tur dışında kendi güzergahınızı da oluşturup sokaklarda, yollarda, patikalarda kaybolabilirsiniz elbette.

Genel olarak adayı Büyük Tur'la anlatacak olursak: Denizi arkanıza alıp sağa faytonların durağına doğru yürümeye başlarsanız Heybeliada Ruhban Okulu'nun olduğu tepenin etrafından dolanıp Değirmen Burnu'na ulaşırsınız. Eski değirmenin yanından aşağı bakarsanız üye olmanın binlerce liraya mal olduğu Heybeliada Su Sporları Kulübü'nün tesislerini görebilirsiniz.

Yürüyüşe asfalt yoldan değil ağaçların arasından toprak yoldan devam ederseniz sahil boyunca özel plajlara inen merdivenlerin, yolların, patikaların yanından geçersiniz. Denize girmek isteyenler bu plajları tercih edebilirler. Bu şekilde Terk-i Dünya Kilisesi'ne ulaşırsınız. Bugün kullanılmayan bu kilisenin bekçiliğini yapan aileden rica ederseniz bahçesinden manzarayı görmenize hatta kiliseye göz atmanıza izin verebilirler. Haziran 2012'de 2,5 hektar arazinin yandığı kısım tam da bu kilisenin devamında başlar ve Çam Limanı'na doğru uzanır. Bir kaç seneye ağaçlandırılmış olur sanırım. (keşke bu sefer çam değil de başka bir ağaç mesela akasya dikseler oralara...)

Çam Limanı'nda Ada Beach'in işlettiği büyük plaj vardır. Adanın en büyük tesislerinden biridir. Hemen Çam Limanı'nın girişinde bulunan bir kaç ev ise Ekşioğlu Ailesi'ne aittir ve bahçeleri bakımlı olsa da içleri boştur. (Nisan 2014 tarihli düzeltme: Binalarda tadilat başlamış.)

Çam Limanı'nın ardından yukarıya sapan bir yol sizi yeni tarihli bir kilise kalıntısına götürecektir. Zamanında eski bi kilise bulunan bu araziye kaçak kilise inşa edilmeye çalışılmış ancak sonradan yıkılmıştır. Eğer yukarı sapmadan düz gider Sanatoryum'un yanından geçip yürüyüşe devam ederseniz, eskiden aile gazinolarının dizildiği şimdilerdeyse askeri tesislere ev sahipliği yapan yol çıkar karşınıza. Deniz Lisesi'nin yanından yeniden sahile ulaşabilirsiniz.

Eğer biraz daha vaktiniz varsa bir de sokaklarını arşınlayın Heybeli'nin. Eski köşkler, birbirinin ışığını engellemeden dizilmiş evler, rengarenk bitkilerle süslenmiş bahçeler ve arada panoromik deniz manzaralarını görebileceğiniz sokaklar içinizi açacaktır. Daha yukarılarda bayrağın dalgalandığı tepede denize karşı zulanızdaki içkinizi içebileceğiniz banklar bulabilirsiniz. Ya da boş verin bankı güzel bir manzara gördüğünüz yere çökün açın şarabınızı başlayın demlenmeye. Sadece şimdikilerin değil eski Adalıların da zamanında keyifle yaptığı gibi...

Önerilen Sayfalar:


Adalar'a gidiyoruz 1 - Kınalıada 
Adalar'a gidiyoruz 3 - Sedef Adası , - Adalar'a gidiyoruz 4- Büyükada 

Fotoğraf Listesi:


1- Kuş bakışı Heybeliada
2- Yukarılardan denize doğru bakış...
3- Heybeliada sokakları...
4- Haziran 2012'de yanmış olan Terk-i Diyar Kilisesi'nin Çam Limanı'na bakan yamacından bir görüntü
5- Adada bisiklet kiralamak isteyenler için bir dolu seçenek mevcut... 

dinceryazici79@gmail.com